top of page
Yazarın fotoğrafıNesibe irem Erdem

Kalp Ve Dönüm Noktaları

“Öyle çocuk, öyle olgun, öyle insanlardı ki… Bu şehir toplumunun yaşam hakkında öğrettiği her şeye ters düşüyordu anlattıkları, ama hepsinden öyle başarılılardı ki yaşamak konusunda!”

Ne olsa tüm bildiklerini tek bir anda silebilir? Benim için ilk dönüm noktam kalpten akan bir müziğe kendimi bıraktığım zamandı. Film festivali zamanıydı ve bilmediğim bir müzik grubunun konser kaydı filmlerin arasındaydı. Niye bilmiyordum, buna gitmeliyiz dedim.


Filmde sağımda çok yakın bir arkadaşım vardı. Solumdaysa ilk uzun süreli ilişkim, çok sevdiğim sevgilim oturuyordu. O sıralar çok isteyerek kazandığım okuluma daha yenice başlamıştım. Her gün okula keyifle gidiyordum, ve “ait olduğum yerdeyim!” diyordum. Her şeye sahiptim, mutluydum; bir insan 19 yaşında daha ne isteyebilirdi bilmiyordum.


Müzik başladığında hepimiz koltuklarımıza yapıştık ve gözlerim birkaç damla yaşla doldu. Ama asıl darbe, konserin ortalarında bir yerde geldi. Çok güçlü bir şey bana şöyle hissettirdi: “Buraya ait değilim, ben bu değilim.” Yanımdaki sevdiklerime ve hayatıma bir anda yabancılaştım. Evet hepsini çok seviyordum ve minnettardım; ama gerçek amacımdan çok uzaklardaydım. Kendimi tek başıma bir çölde hayal ettim. Çok derinlerden gelen, sanki unuttuğum bir rüyayı hayal meyal anımsamak gibi belirsiz, elle tutulamaz bir sahneydi. Varlığını bilmiyordum, ama sanki her zaman oradaydı derinlerde, ve örtülerinin altından yeni sıyrılabilmişti.


Konser bittiğinde aynı değildim. Sanki karnıma yumruk yemiştim, bildiğimi sandığım her şey sarsılmıştı. Güne devam etmek yerine telefonumu kapatıp eve gittim. Bir süre telefon kullanmayı bıraktım.

Otostopçular Semineri

Bundan aylar sonra her şey normale dönmüştü, her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. O hissi unutmamıştım ama öylesine etkisinde değildim artık.

Bir gün beklenmedik olaylar serisi sonucu karşıma bir etkinlik çıktı: otostopçular semineri. Farklı ülkelerden beş otostopçunun hayat tarzlarına dair deneyimlerini paylaştıkları bir etkinlik olacaktı. Otostop yapmayı hayal bile ettiğimden değil ama anlamadığım bir şekilde gitmem gerektiğini düşündüm, gidiverdim.


Seminer denince beklediğim klasik, sandalye dolu bir odaydı. Gittiğim yerse bambaşkaydı. Osmanbey’de bir apartmanın ara katına çıktım, kapıyı Hintli biri açtı ve bana kocaman sarıldı. Kapıdaki onlarca çift ayakkabının arasına ayakkabılarımı çıkarırken arkadaki masada çiğköfte yoğuran bir türk ve iki İtalyan ‘Hoş geldin’ dediler. Salon başka başka ülkelerden insanlarla doluydu. Kimseyi tanımadığım için kalabalığın arasına karışmaktan çekindim, bunun yerine meşgul olmak için neye yardım edebileceğimi sordum. Böylece mutfakta bir Yunanlı, bir Türk, bir Koreli, ve bir Portekizliyle yemek yapmaya katıldım.


Ev dolduğunda en arkadaş canlısından en utangacına kadar birçok milletten toplam 40 kadar kişi vardı. Gezdikleri yerlerden, anılarından, ilginç günlerinden bahsediyorlardı. Ama ben konuşmaktan kaçıyordum. Ben muhtemelen odada asla onlar gibi özgürce gezmemiş tek kişiydim. Ve davranışlarımızı genelde çoğunluğa göre değerlendirdiğimiz için, tipik sıradan şehirli hayatımdan utanıyordum. Şimdiden bulunduğum yer beni şaşırtmıştı; bu çok kültürlülük, mutlu insanların çokluğu, bu duvarsızlık... Otostopçuların konuşmaları başladığındaysa iyiden iyiye büyülenmiştim. Dünyanın ne kadar güzel olduğundan bahsediyorlardı, parasız yaşamanın mümkün, insanların ne kadar iyi kalpli, ve yaşamın ne kadar sihirli. Sadece birine sahip olmak için binlerce lira verilebilecek maceralarının sonu gelmiyordu.


Öyle çocuk, öyle olgun, öyle insanlardı ki… Bu şehir toplumunun yaşam hakkında öğrettiği her şeye ters düşüyordu anlattıkları, ama hepsinden öyle başarılılardı ki yaşamak konusunda! Seminerden çıktığımda gerçek nedir şaşırmıştım. Şehrin koşturan ritmine aval aval bakıyordum, bir yandan sanki başka bir boyutta şahit olduğum ütopyayı düşünüyordum… O evde geçirdiğim iki saat, ‘hayatın gerçekleri’ dediklerimizle hiç örtüşmüyordu. Ama o ev de, içinde ki insanlar da, her birinin hayatları da çatır çatır gerçekti.


O zaman gerçek hangisiydi? Benim gerçeğimin hangisi olmasını tercih ederdim? ‘Gerçek’ sadece bir tercih meselesi miydi?

Kalp ile Tanışma

Hayata dair bildiklerim hızla değişiyordu. En tuhafı, sanki en baştan beri bildiğim ve inandığım, ama büyürken bir ara unuttuğum şeylerdi yeni öğrendiklerim.


Birkaç ay sonrasında arkadaşlarımla bir aylık bir Avrupa turuna çıktık. Sık sık onlardan ayrılıyordum, uyuşmuyordu yapmak istediklerimiz. Yanımda beni hep yönlendiren bir güç vardı. En ufak kararlarımda yol gösteren, doğru zamanlamaları daima bilen; Güvendiğimde tüm zamanımı merak uyandırıcı bir film kurgusuna çeviren çok güçlü bir his. Paulo Coehlo’nun meşhur Simyacı kitabında tam olarak anlattığı, ama çoğumuza sadece masalsı gelen o tanımsız şeyi tecrübe etmiştim.


Beni anlamadığım şekilde yönlendiren o güçlü hisse güvene güvene onu tanımaya başladım.

Artık hayatım farklıydı, sorularım, olaylar karşısında hissettiklerim, konuştuğum konular… Yaşamım değişmişti, uyanmıştım! Ve ilginçtir ki bu hissi deneyimleyenler bunu hep benzer şekilde tanımlıyorlar. Uyanıp hayata başlayabilmiştim, çünkü kalbim bana yol göstermişti, ve ben onu izlemiştim. Çok romantik geliyor böyle söyleyince kulağa biliyorum. Akılcılığın ve “gerçek”çiliğin açtığı yolda küçümsenen anlamıyla romantik. Ama bu güzel kavramın olumsuz bir anlam kazanmasından daha da kötüsü var.


Bu yolda insan sakat bırakılmış durumda. Hayatta ilerlemek için bir ayağımız akıl, bir ayağımız kalpken, tarihe yön veren birkaç olay dizisi bugün kalbi küçümsememiz, hatta büsbütün yok saymamızla sonuçlanmış durumda. Böylece biz de yürümek için tek ayakla kalakalmışız. Sanki yürüyüşümüzde bir şeyler eksik, bir şeyler yanlış. Cevaplandırmaya aklın yetmediği sorularla yüzleşiyoruz; varlığını bilmediğimiz için yokluğunu tanımlayamadığımız koca bir boşlukla karşı karşıyayız.


Ben artık böyle hissetmiyorum. Eskiden kendimi tuhaf sanırdım, kendime güvensizliklerim önümde engeldi, hassaslığı, duyguları zayıflık sanar, çoğunlukla erkeklerin zorunda bırakıldığı gibi zayıf olmaktan korkardım. Yani kısaca kalıplaşmış toplumsal öğretilerle zincirlenmiştim. Şimdiyse kendimi bu bağlardan çok daha özgür hissediyorum. Hatta özgürlükten bahsedebiliyorum, çünkü artık alternatifler olduğunu biliyorum.


Sınırlandırıldığımız bir çerçevede, ideal olduğu söyleneni seçtiğimizde hayatın gerçekten bizim tercihimiz olduğunu söyleyebilir miyiz?


Bu sunulan çerçevenin dışındaki tüm o muhteşem ideallerden bihaberken hayatımıza seçim diyebilir miyiz? Şimdi aklımın, hayallerimin erişemediği kadar güzel olan hayata şahit olmaktan heyecan doluyum. Ve bu mutluluk, huzur, güven duygusu herkesin arzuladığı ve erişebileceği bir hal. Her birimizin bunun için ayrı ayrı birer kalbi var. Sonsuz olasılıkta kendi idealimizi bulmamızda bize rehber olan, takip ettikçe daha çok mutluluk getiren, herkese atanmış bir kalp var. Birbirinin tekrarı günlerle dolu hayatın ötesine geçmek benim gördüğüm kadarıyla bir tek kalbine güvenmekle mümkün. Ve bir şeye güvenmek için, en azından onun varlığını kanıksamamız gerekli gibi görünüyor. Bende bu yüzden tanıdığım kadarıyla size kalpten biraz bahsetmek istiyorum.


Ama öncelikle, şunun farkındayım: Kalpten sürekli birileri bahsediyor. Bu bazen bazıları için bir şeyleri değiştiriyor, bazıları da duyduklarını bilip anladıkları kavramlara indirgiyor. Bu yüzden olabildiğince fazla kişiye ulaşmak için önce bazı engelleri kaldırmak istiyorum.

Anlamak İçin Egzersizler

Birincisi, iletişimde en büyük sorunlardan biri olan, kullandığımız kelimelerin tanımlarının aslında herkes için farklı olması. Hele ki böyle belirsiz şeylerde.

Kalp daha önce duyulmamış, bilinmeyen bir şey değil. İnsanın doğasında var olan, manevi inançlarda daima yeri bulunan, farklı farklı isimlerle sürekli anlatılan, ama henüz bilimsel olarak anlaşılmayan bir olgu. Kalp derken bahsettiğim şey bedendeki fiziksel kalple ne kadar alakalı bilmiyorum. Belki de beynimizde ki şu biraz gizemli epifiz beziyle daha çok ilgilidir. Bu hissin arkasındaki ilmi hiç bilmiyorum, ama bilimini henüz bilmememiz onu reddetmek için bir sebep değil, bunu hatırlatmak isterim. Bunları göz önünde bulundurarak anlaşmazlığı önlemek adına, kalbe dair kendi tanımınızı veya bu hisse dair kendi kelimenizi bir yana bırakıp farklı, tanımadığınız bir şeyden bahsettiğimi düşünmenizi rica ediyorum. İkincisi, önyargılardan arınmak için hayali bir senaryo ve birkaç soru düşünelim istiyorum: Bir hayal etsek ya, sağırlarla dolu bir şehir, daima böyle yaşamış bir topluluk. Bir duyularının eksik olduğunu bilebilirler miydi? Yaşarlardı elbet, buna göre gelişirlerdi. Ama bize kıyasla nasıl farklı olurdu yaşamlarının niteliği? Aralarından birkaçı hayal meyal duyabiliyor olsa bunu diğerlerine nasıl anlatırdı? Diğerleri, anlamadıkları bir şeyden bahseden bu kişiye inanırlar mıydı? Yoksa örneğin görmediği bir kuşun yerini dinleyerek bulabildiğinde tesadüf veya şans mı derlerdi?


Daha da merak uyandırıcı taraf duyan kişinin tarafı. Duymaya dair hiçbir tanıma sahip olmayan biri, bu algının ne olduğunu nasıl keşfederdi? Bu silik hissin gözlemlediği olaylarla uyum içinde olması bir referans olabilirdi belki. Ama dediğim gibi, hayal meyal olan ve her zaman çalışmayan bir hisse bu duyu, ve tüm sağırlar bu kadar emin şekilde ‘öyle bir şey yok’ diyorlarsa, o da bildiğimiz insan psikolojisiyle boyun eğip tesadüftü demez miydi? Ve zaten zayıf olan bu duyu, aynı çalıştırılmayan bir kasta olduğu gibi, kulak kabartmadıkça gitgide erimez miydi?


o

o o

Kalbin Sessizliği

Benim tanıdığım kadarıyla, kalbin sesi yoktur. Kalp içimizden gelen bir ses değildir. Endişelerimizin bir sesi vardır, egomuzun bir sesi vardır, öğrendiklerimizi yankılayan bir ses vardır… Kafamızın içinde uyumsuz fikirlerde bir sürü ses vardır. Ama hepsinin kaynağı aslında akıldır, aklın farklı görev merkezleri.


Kalpse bambaşkadır. Bir histir; ve en iyi aklın sessizliğinde anlaşılır. Akıl gibi ne yapmamız gerektiğine dair çeşitli fikirler beyan etmez. Ne yapmamız gerektiğini bilir.


Aynı, gördüklerimizin bize kelimelerle değil, direk görü olarak ulaşması gibi. Sadece biliriz.

Aynı çalıştırdıkça güçlenen bir kas gibi, çalışmadıkça güçsüzleşir. Hiçbir zaman yok olduğunu sanmıyorum; olsa olsa dikkat etmediğimizde duymadığımız kulak ardı edilmiş sesler gibi. Oradadırlar, kulaklar onu iletmektedir. Ama beynimizin verdiği bir kararla algısı bilincimize erişmemektedir.


Bu demektir ki eğer hissetmeyi seçersek, hissedebiliriz.


Çoğumuz için gerçek, güvendiğimiz kişilerden öğrendiklerimiz kadar. Ve çok azımızın daha fazlasını keşfetmeye vakti var.


Bu yüzden hayal meyal derken kalp algısının ellerimiz arasından kayıp gitmesine izin veriyoruz. Ki kalp 5 duyu organımızın yanında sıralanabilecek 6. bir his değil de, tüm bu duyuların verileriyle bilgiye erişen akıla bir alternatif.


Bilmek için diğer bir güç. Aynı akıl gibi, sadece algılayan değil aynı zamanda etkileyen de bir güç. En az akıl kadar önemli, yaşamak için ikinci ayağımız.


Akıl bilebildikleriyle çok güzel hesap kitap yapar, ama hayatın belirlenemezliği karşısında çaresizdir. Kalpse bizim bilmediğimiz bütünü ve bizim ne yapmamız gerektiğini bir şekilde bilir, ama nasılını söyleyemez. İlerlemek için ikisi de gereklidir bize.

Bağlanıyor… Yeniden


Kalple zayıflamış olan bağımızı güçlendirmek için meditasyon bir yol olabilir. Yani aklımızdaki düşüncelerden bir geri adım atıp sadece var olmayı deneyimlemek. Başka bir yol doğanın içinde bulunmak olabilir. Şehirde yaşamaya öyle alışığız ki doğanın parçası olduğumuzu ve onsuz var olamayacağımızı bazen unutuyoruz. Eminim ki karnımızı yiyeceklerle, vücudumuzu güneşin ısısıyla besleyen, sağlığımızı şifalı bitkilerle destekleyen doğa bilmediğimiz başka şekillerde de besliyor insanlığımızı.


Etkili olduğunu bildiğim bir yol da bilinmeyene atılmak; Yani kalbe duyulan ihtiyacı arttırmak. Böylece aynı tehlike karşısında vücudumuzun gerekli enerji için adrenalin salgılaması gibi, belirsizlikte ihtiyaç duyduğumuz bu araç ön plana çıkar.


Kalbin gösterdiği yol her zaman istediklerimizle tutarlı olmayabilir. Hele mantığımızla hiç! Dediğim gibi akıl başka şey, kalp başka. Halil Cibran’ın söylediği gibi: “Kalbin aklın anlayamadığı başka akılları vardır”.


Çoğu zaman zor şeyler ister bizden. Korktuklarımıza cesaret etmemizi, bizi sevip bizim için endişelenenlere karşı durmamızı, beklentilere boyun eğmememizi… Bazense ne kadar istemesek de güvenip boyun eğmemizi ister. Kimi zaman hayal kırıklıklarının arasından geçirir, harap eder. Ama unutmamak gerekir ki üzgün olmak mutluluğun tersi değildir, aynı anda tecrübe edilebilir.


Çünkü kalp bir yandan da bildirir: yapım için yıkım gereklidir. Tüm olumsuzluklar geçici, bulunulan yer sonuç değil yoldaki engebeli bir arazi. Götürdüğü yolsa doğru yol, buna güvenmek gerekir.


Kalp asla boşu boşuna bir yola sokmaz. Gerekliliğini o sırada henüz anlamıyor olabiliriz sadece. Ve götürdüğü yol mutluluk doludur. Yani benim tanımımla, yaşıyor olmaktan duyulan haz, bunun tetiklediği sevinç, heyecan, hayranlık. Kişiliğimizin bol bol sınandığı, böylece geliştiği, geliştikçe hep daha fazla mutluluğa eriştiği bir yoldayızdır kalbin izinde.


Akılla kalp beraber çalıştığında artık adımlar koca koca atılır. Tek bir yılın içine onlarca yıllık hayat dolar. Yeni başladığınız bir sporda olduğu gibi. Başlarda imkansız gelen hareketler zaman içinde çabasızca yaptığınız temel bir hale dönüşecektir. Tabi ki yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi, ilk yürüyüş deneyiminden sonra bir daha hiç yere yapışmayacağız da değil.

Hayata bakışımı değiştiren bu tecrübelerin uzun süren sarhoşluğundan bir süre sonra bocalamaya başlamıştım. Her şey sıradanlaşmıştı, hayat soluk renklerdeydi, büyü kaybolmuştu. Kalbim beni yönlendirmiyordu; hissettiklerimin bir rüya olduğundan, artık geçip gittiğinden korkuyordum; mutsuzluğa düşmüştüm. Kafamda panik vardı, korku ve telaş dolu düşünceler.


Aklımda dönen tüm dramaya rağmen içimde bir yerde biliyordum, bu yolun devamı için geçmem gereken, yine yolun gerekli bir parçasıydı. Kalbim gayet iyi çalışıyordu.


Sonunda tek başıma Hindistan’a gitmeye karar verdiğim zaman, ailemin tepkisini az çok tahmin edebilirsiniz. Zaten hayat enerjim böylesine azalmışken karşı durmak, emin olmadan cesaret etmek, bilinmeyenin kucağına atlamak çok zordu.


Ama yapmak zorundaydım, çünkü toplumun kandırmacalarına yeniden inanmak, uykuya geri dönmek çok daha korkutucuydu. Kalmak çok daha zordu.


Ve artık öğrenmiştim kalbimi, içerde bir yerde biliyordum. Şu son enerjimle istediğini bir yapıversem gerisi gelecekti, hayatın uçan halısı beni alıp götürecekti.


Nereye varacağımı bilmiyordum, ama önemli de değildi. Daha ileriye, daha iyiye gidecektim. Öyle de oldu. Hayat hayallerimden bile ne kadar inanılmaz dedim yine. Ve hala da hayranlık içinde devam ediyorum bu mükemmelliğe şahit olmaya.


Hayat hakkında genellemeler, kalıplaşmış “iyi insan olma” öğretileri ve otomatik yargılar, yemek tarifi gibi verilen mutluluk tavsiyeleri… Bunları bir kenarda tutun ve kafanızda şunu canlandırın:


Aklın mucizevi düşünme ve hüküm yeteneğine kıyasla kodlanmış bir bilgisayarın yetersizliği. İşte bu genellemeler de bizi mutluluğa götürmekte kalbe kıyasla o kadar acizler.

Mutluluk genellemelerle öğrenilemez bir hal. Ama kendimiz için en doğru tarifi yazmak ve varoluşsal bir mutluluğa ulaşmak kalbimizi izlemekle mümkün.


Kalbini fark et! Sana rehberlik etmesine izin ver. Ona güven! Kalbine güvendiğin gün, bir dönüm noktası olacak. Ve sonrasını keşfetmek artık sana kalmış.


Comments


bottom of page